8 Mayıs 2015 Cuma

Written on

Ağır Ölüm - Pablo Neruda

Bazen bir şiir koca bir kitabın vereceği mesajları verir...




Ağır ağır ölür alışkanlığının kölesi olanlar, 
her gün aynı yoldan yürüyenler, 
yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler, 
giysilerinin rengini değiştirmeye yeltenmeyenler, 
tanımadıklarıyla konuşmayanlar.

Ağır ağır ölür tutkudan ve duygulanımdan kaçanlar,
beyaz üzerinde siyahı tercih edenler, 
gözleri ışıldatan ve esnemeyi gülümseyişe çeviren ve yanlışlıklarla duygulanımların karşısında onarılmış yüreği 
küt küt attıran bir demet duygu yerine 
“i” harflerinin üzerine nokta koymayı yeğleyenler.

Ağır ağır ölür işlerinde ve sevdalarında mutsuz olup da bu durumu tersine çevirmeyenler,
bir düşü gerçekleştirmek adına kesinlik yerine belirsizliğe kalkışmayanlar, 
hayatlarında bir kez bile mantıklı bir öğüde aldırış etmeyenler.

Ağır ağır ölür yolculuğa çıkmayanlar, 
okumayanlar, müzik dinlemeyenler, 
gönlünde incelik barındırmayanlar.

Ağır ağır ölür özsaygılarını ağır ağır yok edenler, 
kendilerine yardım edilmesine izin vermeyenler, 
ne kadar şanssız oldukları ve sürekli yağan yağmur hakkında bütün hayatlarınca yakınanlar, 
daha bir işe koyulmadan o işten el çekenler, 
bilmedikleri şeyler hakkında soru sormayanlar, 
bildikleri şeyler hakkındaki soruları yanıtlamayanlar.

Deneyelim ve kaçınalım küçük dozdaki ölümlerden, 
anımsayalım her zaman: yaşıyor olmak yalnızca nefes alıp vermekten çok daha büyük bir çabayı gerektirir.

Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi muhteşem bir mutluluğun kapısına.


 Sevgili Nihan Çakır'ın verdiği ilhamla...



29 Nisan 2015 Çarşamba

Written on

Dengeli Yaşam Charles Hogg'dan alıntı

Çok severek okuduğum ve dengeli yaşama dair anlamlı yollar gösteren bir yazı...

Dengeli Yaşam
Charles Hogg yaşamda bir denge sürdürmenin sırrını araştırıyor.
Çocukluktaki bazı olaylar derin etkiler bırakır. Benim anılarımda Niagara şelalelerini geçen bir ip cambazını gösteren bir televizyon programının derin bir anısı var. Adımlarını tam bir konsantrasyon halinde birbiri ardından büyük bir dikkatle yerleştirirken ağzım açık kalmıştı. Bazen durumunu dengelemek ve yeniden değerlendirmek için durmuştu. Sadece tek bir kayma ya da küçük bir dengesizlikle yüzlerce metre aşağıdaki çalkantılı beyaz suların içine düşebilirdi. Nefes kesiciydi.
Bazılarımız yaşamı da benzer biçimde hisseder. İp cambazı gibi, pek çok aşırılığın içinde yaşarken iç dengemizi bulmak tehlikeli olabilir. Olağanüstü gerginlik yaratabilir. Bir ikilik dünyasında yaşarız ve her saniye bu kadar çok aşırılığın arasında nerede durduğumuza dair kararlar vermek zorunda kalırız. Sessizlik içinde durumu hoş mu görmeliyim yoksa onunla yüzleşmeli ve gerçekten nasıl hissettiğimi ifade mi etmeliyim? Bir özsaygı noktasından mı hareket ediyorum yoksa sadece kibirli mi oluyorum? Bencil mi oluyorum yoksa sadece duyarlı olup kendi gereksinimlerimle mi ilgileniyorum? Ne zaman bir şeye karışmamalıyım ve ne zaman istediğim şey için ısrar etmeliyim?
Taocu felsefe bu ikilemleri antik Ying Yang simgelerinde ifade eder. Hemen hemen her saniye zıtların ikiliği ile karşı karşıya kalırız. Ne yazık ki, doğru dengeyi bulmanın bir formülü yoktur. Her durum görünüşte taban taban zıt kuvvetlerin farklı bir karışımını gerektirir. Bazı durumlar tamamen iddialı olmamızı ve nasıl hissettiğimizi ifade etmemizi gerektirir. Diğer durumlar başkalarının gereksinimleri ve arzularını dikkate alarak işe karışmamamızı, başka zamanlarda ise bu ikisi arasında bir karışımı gerektirir. Her durum bizim bir durumu nesnel olarak görme ve orta yolu algılama yeteneğimize bağlıdır. Benim deneyimimde, orta yol etkilerin ve düşüncenin bütün gelgitlerini gözlemlediğim bir sessizlik noktası bulmak demektir. Bu noktadan, tutmam gereken yolu açıkça görürüm.
Çoğumuz yaşamı, kendisini içinde pek çok farklı sorumluluğu yerine getirmeye çalıştığımız sürekli bir hokkabazlık olarak deneyimleriz. İlk olarak, ailelerimize ve arkadaşlarımıza karşı sorumluluğumuz nedeniyle - çoğumuz ilişkileri en yüksek öncelikte hisseder. İkincisi, seçilmiş kariyerimizdeki sorumluluklarımız. Üçüncüsü, diğer çıkarlarımız, ister toplum hizmetleri, spor, isterse yalnızca kendi eğlencemiz olsun. Birini ihmal etmek stres yaratabilir.
En büyük stres aşırı çalışmadan gelmez, yaşamımızın ihmal ettiğimiz bir alanı olan kaygıdan gelir. Herkesin bildiği şeydir, kendi alanlarında son derece parlak olabilen işkolikler genellikle çalışmayı yaşamlarının güç buldukları alanlarından kaçmak için kullanırlar. Belki evde çatışma vardır, ya da hatta kendine saygı eksikliği. Bir uca kaymak genellikle başka bir alandaki bir eksikliği kapatmanın bir işaretidir. İyi olduğumuz şeylerin peşinden koşuyormuş görünürüz, ancak yaşamımızı çok akıllı bir biçimde, bize meydan okuyan ya da zorlandığımız bu şeylerden kaçınmak için, yaratırız. Ünlü bir konuşmacı bir zamanlar bana bir kalabalığın önünde çok fazla güveni olduğunu, ancak iş teke tek iletişime geldiğinde genellikle tamamen yetersiz hissettiğini, o yüzden de bundan kaçındığını söylemişti. Sonuç, dengesizlik!
Daha yirmi bir yaşımdayken meditasyon yapmaya başladım. Meditasyonun keşfettiğim harikulade yararlarından biri sahnede kendi gösterisini izleyen bir seyirci gibi kendimi tarafsız şekilde görme sanatıydı. Kendimi izledikçe başkalarını memnun etmek için ne kadar çok çabaladığımı, gerçekten istediğim ya da gereksinim duyduğum şeylerden sürekli ödün verdiğimi görebiliyordum. Kendimden ziyade başkalarından saygı beklemek daha önemliydi. Sonuç... daha fazla dengesizlik.
O halde, kendime karşı bir sorumluluğum var mı ve bu nedir? Bazen çeşitli sorumluluklarımızı bir hokkabaz gibi elimizden düşürmeden çevirme kaygısının artık aşırıya kaçtığı bir noktaya geliriz. Genellikle bu noktada ben önceliklerimi yeniden değerlendiririm. Avustralyalı bir sosyal araştırmacı, Hugh Mackay, 1980'leri "endişeli 80'ler" olarak tanımladı. Pek çok kişinin kaygı ve aşırılığı çözmek için içsel olarak bakmaya başladığı toptan bir davranış değişikliği olan "iç yolculuğu" seçtiğini gözlemledi. Başkalarını ve durumları suçlamak kendini kandırma yoludur, ancak nasıl hissettiğim konusunda sorumluluk almak benim gerçek yolumdur. Ben ne yaşamın bana getirdiği zorluklara direnirim ne de onların altında ezilirim.
Fakat her bir durumda denge noktamızı nasıl buluruz?
Kendimizi etkilerden, düşüncelerden ve hatta geçmiş algılamalardan bütünüyle çekip çıkarmamız ve "helikopter görüşü" yakalamamız gerekir. Oradan bütün resmi açıklıkla görebiliriz. Yansızlık her zaman büyük düşünürlerin bir işareti olagelmiştir, çünkü sadece bağımsız bir gözlemci olarak durumu gördüğümüzde gerçek hakikati algılayabiliriz. Aksi takdirde duygularımız, arzularımız ya da bağlarımız açıklığımızı bulanıklaştırır. Bağımsızlık gerçek dengeyi bulmak için o kadar da gereklidir, ancak çoğumuza kalpsizmişiz gibi de hissettirebilir. Bu sebepledir ki ilk ve en önemli denge sevgi ve bağımsızlıktır.
Sevgi en büyük ihtiyaçtır. Sevgisini her zaman saf bir niyetle ifade edenler hep sevgi dolu hissederler. Ancak gerçekten sevgi dolu olmak için bağımsızlığa ihtiyacımız vardır. Başkalarından bağımsız kalabildiğimizde, onların eylemlerinden rahatsız olmayız ya da etkilenmeyiz, bu yüzden sevgimizi sürdürebiliriz. Sevgimiz başkalarının tepkilerine koşullu değildir. "Eğer sen bunu yaparsan, sadece o zaman sevgimi alırsın..." diye bir sevgi ticareti yapmayız.
Bazen sınırsız bir sevgi ve destek göstermeliyiz ancak diğer zamanlarda geri durmak ve başkalarının kendi ayakları üzerinde durmasına izin vermek zorundayız. Burada, bizim bağımsızlığımız bizsiz yapabilmelerini sağlamak üzere bir saygı gösterme şekli olabilir. Sevgi dolu ve bağımsız olmak başkalarının huysuzlukları, hatalı davranışları ve algılamalarının berraklığımızı bozamadığı bir yerde kalmamızı, farklı etkilerden ve ortamdan korunmamızı sağlar.
Meditasyon uygulaması sizi doğal olarak 'helikopter görüşü'ne götürür. Oradan resmin tamamını görebilir ve daha dengeli biri olabilirsiniz. Denge bulacağınız alanların bazıları şunlardır:
Analiz ve Kabul
Bazı durumlar berrak analiz gerektirir, ancak analiz meseleyi sona erdirmez. Zihin olayları sık sık tekrarlar ve tarafsızlığımızı korumaya çalışır. Fakat kabul etmek öznel duyguları temizler ve yaşamla geçinmemize izin verir. Kabul etmek inkâr ya da bastırma anlamına gelmez sadece daha fazla hiç bir şey yapılamayacağının farkına varan daha derin bir bilgeliktir. Yapabileceğimiz tek şey her ne olmuş ise gerekli dersleri almak ve geleceğe ilerlemektir.
Alçak Gönüllülük ve Otorite
Öz saygıya sahip olduğumuzda, sözlerimiz ve eylemlerimiz alçak gönüllük ifade eder. Bazıları alçak gönüllülüğe hayranlık duyduğunu söyler, ancak mütevazı insanların paspas olabileceğini hisseder. Ancak gerçek alçak gönüllülük yumuşak ve nazik güç ve otorite meselesidir. Bu öz otoritedir, başkaları üzerinde kontrolü dayatan bir otorite değil. Alçak gönüllü biri bütün doğruları söyler ama onların otoritesi başkalarının kalplerini kırmaz. Başkaları böyle bir kişinin ağır başlılığına ve kendine olan güvenine hayranlık duyar. Alçak gönüllülük ve öz otorite dengesi, büyük bir liderin temelidir.
Memnuniyet ve Tutku
Bazı insanlar asla memnun olmaz. Neye sahip olurlarsa olsunlar, daha fazlasını isterler. Bu kendilerinin sakin olmalarına ve sunulandan zevk almalarına asla izin vermeyen iç huzursuzluğun kanser gibi bir çeşididir. Bazıları ise her hangi bir konuda bir adım dahi ileri gitmek için hiç motivasyonu yokmuş gibi görünür. Meditasyon uygulamasının nimetlerinden biri ruhsal özümüzün ve Tanrı ile ilişkimizin derin bir farkındalığını keşfetmektir.
Bu tanınmak için duyulan tutkuyu yatıştırır, bir olgunluk ve hoşnutluk duygusu yaratır. Bununla beraber, bu iç doyumla birlikte bile, kendi yaşamlarımızı geliştirmek ve başkalarına yardım etmek tutkusu hala mevcut olabilir. Fakat bu başkalarının onayını arayan bir tutku değildir, kaynağı özgün bir yardımseverliktir.
Charles Hogg

5 Eylül 2014 Cuma

Written on

Gelişmenin önündeki engel belki de sadece yargılar...

Kendimizi, başkalarını ve durumları yargılamanın aslında çoğu zaman bize hizmet etmediğine dair harika bir yazı. Neyin gerçekten iyi neyin kötü olduğunu nereden bilebiliriz ki? Keyifle okumanız dileğiyle.

Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış…Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.. “Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı” dermiş hep.


Bir sabah kalkmışlar ki,at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: “Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi.Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın.Şimdi ne paran var, ne de atın” demişler…İhtiyar: “Karar vermek için acele etmeyin” demiş.”Sadece at kayıp” deyin, “Çünkü gerçek bu.Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar.

Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç.Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.” Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler.Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş…Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine.Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş.Bunu gören köylüler toplanıp ithiyardan özür dilemişler.”Babalık” demişler, “Sen haklı çıktın.

Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var..” “Karar vermek için gene acele ediyorsunuz” demiş ihtiyar. “Sadece atın geri döndüğünü söyleyin.Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç.Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?” Köylüler bu defa açıkçn ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden “Bu herif sahiden gerzek” diye geçirmişler…Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeyeçalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara.”Bir kez daha haklı çıktın” demişler. “Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok.Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın” demişler.

İhtiyar “Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz” diye cevap vermiş.”O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı.Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.” Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler… “Gene haklı olduğun kanıtlandı” demişler. “Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer…” “Siz erken karar vermeye devam edin” demiş, ihtiyar. “Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde… Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şnssızlık olduğunu sadece Allah biliyor.”

Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlamış:

“Acele karar vermeyin.Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar; aklın durması halidir.Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur.Buna rağmen akıl,insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar.Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar.Bir kapı kapanırken, başkası açılır.Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz.”

Yazar : Lao Tzu

Çeviriyi aldığım Hakan Mengüç'e teşekkürler

23 Eylül 2013 Pazartesi

Written on

Liderlik Tanımım ve Kişisel Yönetim Kurulum


Liderliğin değişimle, gelişimle ve pozitif bir etki yaratarak dönüşüme sebebiyet verdiğini söylemek sanırım yanlış olmaz. Kişisel anlamda bilinçli ve niyete dayalı olmak ve işin iç düşünce sürecimizi yönetmek bunu yaparken de dış dünya ile olan bağlantımızda nasıl bir etki bıraktığımıza bakmak ilişkilerimizi de buna göre yönetmek liderliğimizin açığa çıkması olarak tasvir edilebilir benim gözümde.

Bugün Daniel Goleman’in Duygusal Zeka çalışması, Marshall Goldsmith’in bilişsel psikoloji bazlı liderlik gelişim modeli gibi bir çok Liderlik teorisi, anda kalmak ve super egomuzu yönetmek temasından yola çıkan Eckhart Tolle gibi spritüel yazarlar ve kişisel gelişim düşünürleri,  tek bir şey söylüyor bana: Bütünlük ve olanla ilişki kurma. Bu bağlamda aldığımız kararlarda, yaşadığımız çatışmalarda davranışlarımızı ne şekillendiriyor? Zihin, Beden, Kalp ve Ruh dörtgeni bize farklı bakış açıları sunarken bütünümüzü dikkate almayı, tek bir yere odaklanarak, eleme ya da asimilasyon merakından çıkıp, olan bitenin içinde yaşamayı salık veriyor. Şu anda ne düşünüyorum, ne hissediyorum, bu vücudumda nasıl bir hissiyata sebep oluyor ve ruhum ne istiyor?

Kişisel ya da organizasyonel  anlamda bize liderliğimizi sorgulatan basit ve kapsamlı bir fikre rastladım Harvard Business Review dergisinde, eski bir yönetici olarak da kullanılan benzetmeler bana çok hitap etti, bakalım siz ne diyeceksiniz?

Fikrin başlangıç noktası, hayatın her adımında birileri ile pazarlık içerisindeyiz, fikrimizin ihtiyaçlarımızın, hayallerimizin pazarlığını yapıyor ve sürekli bir alışverişin içinde buluyoruz kendimizi. Dışarıdaki dünya ile pazarlık yaptığımız gibi kendi iç dünyamızda da sürekli bir pazarlık içindeyiz. İçimizdeki farklı duygu ve düşünceler belli bir kapasiteye sahip benliğimizden ilgi çekmeye, kendilerini ön plana çıkarmaya çalışıyorlar. İçimizde de sanki birden fazla kişi ya da benlik varmışçasına. Düşünün ki sizin kendi benlik yönetiminizin de bir yönetim kurulu var ve bu kurulda da belli başlı görevler:

CEO-Chief Executive Officer (vizyoner)

CFO-Chief Financial Officer (öğretmen)

COO-Chief Operations Officer(savaşçı)


CHO-Chief Human Resources Officer(besleyici)


Vizyoner kişi, içgüdülerine kulak veren, fikir yaratan ve peşinden giden, yeniliğe açık biri.
Analizci, verilere dayalı, analitik kabiliyeti yüksek, bilgiyi değerlendiren ve kullanabilen.
Besleyici, duygularla beslenen ve ilişki yönetimini sağlayan kişi.
Savaşçı ise aksiyona geçen, rol model olmayı önemseyen, yaptıklarıyla öğrenen kişi.
Bunlardan hangisiyim diye sormak yerine şu soruları sorsak ne mümkün olur acaba?
1. Bu dört yönetici benim içimde günlük olarak nasıl çalışıyor?
2. Her birinin beceri ve yetkinliklerini ilerde nasıl kullanabilirim?
3. Bu dört kişi arasında dengeyi nasıl kurarım?
Kendimizi eleştirmek ve yargılamak yerine, farklı bakış açılarını benimsemek adına içimizdeki tüm kimliklere sarılmak, potansiyelimizi açığa  çıkarmak güzel bir başlangıç noktası...

Siz ne dersiniz?